Bölüm 1 : Bill Russel Efsanesi
Winner (kazanan), ABD mantalitesinin spor terimleri arasına altın harflerle yazdığı, günümüzde sıkça kullanılan bir tabirdir. Basketbol tarihine bakıp bir büyük “winner” belirleyecek olursak da bu şüphesiz 13 sezonda 11 şampiyonluk kazanan Bill Russel olacaktır. Onu özel hale getiren ise hücumda topa dokunmaya ihtiyaç duymadan maçın kaderini değiştirebilen bir savunma oyuncusu olması, tarihin en iyi takım oyuncularından biri olması, maçları ve taktikleri kafasında oynaması ve bu yanıyla basketbolda fedakarlığın ve takım oyununun başarı için vazgeçilmez olduğunu kendisinden sonra gelen herkese hatırlatan bir simge olmasıydı. Geçtiğimiz aylarda hayatını kaybeden Bill Russel’ı, hemen herkes şampiyonluk yüzükleriyle verdiği güleç pozuyla, beyazlar içinde kalmış saçları ve kendisiyle özdeşleşen top sakalıyla, alçakgönüllü mesajlarıyla ve uyumlu tatlı ihtiyar halleriyle hatırlar. Ancak o, kendisinin de söylemiyle; “insan hakları popüler değilken bile insan hakları mücadelesi veren” bir aktivist, tüm o şampiyonlukları kazanmasına rağmen ona sataşan medya ve seyircilerle sürekli tartışan ve sürtüşen, huysuz, idealist, ırksal entegrasyoniçin mücadele veren, yıldız bir basketbolcuydu. NBA kariyerini inşa ederken bir devrim yapan Russel, maçı herkesten önce kafasında oynamıştı. Onun düşlerinde, yeni bir basketbol ve yeni bir dünya mümkündü.
NBA’de 11 şampiyonlukla en çok yüzük kazanan, kolej kariyerinde iki kez üst üste zirveye tırmanan, oyunun yapısını değiştiren, 1956 Olimpiyat Oyunları’ndan ülkesine altın madalya ile dönen ve siyahi sporcular için biridol olan Bill Russell’ın kariyeri için bir tek şey söylenebilirdi: Eşsiz…
Bölüm 2 : İnsan Kaynakları
Bill Russel, tarihin en büyük basketbol efsanelerinden biri olsa da, yolun başında ırkçılıkla uğraşan, dışlanan, yetenekli, disiplinli ve idealist bir insandı. Nitekim Russel, dönemin öncülerinden bir aktivist, insan hakları savunucusu başarılı biri sporcuydu.
O zamanları, dönemine göre değerlendirmemiz gerekir. “Bahsedilen “zamanın ruhu” kavramına o dönemlerde kara çalınmıştı; beyazdan başka hiçbir şeyin pek bir önemi yoktu…” Teni biraz koyu renkli olanlara bile tahammül yoktu. Siyahların yokluk ve yoksullukla boğuşmaları dert değildi, ortalıkta gözükmesinler isteniyordu. Toplumda siyahilerin yeri yoktu, ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlardı. Amerika’nın büyük çoğunluğu, iyi okulları, tertemiz mahalleleri, ışıltılı restoranları hepsi beyazlar içindi.
Bill Russell’ın babası Louisiana’da doğup büyümüşve güneyi kasıp kavuran ırkçılık rüzgarından dolayı Kaliforniya kıyılarına taşınmıştı. Bunun nedeni ise bir gün kaldırımda yürürken, durup kendisine yol vermediği bahanesiyle bir beyaz tarafından itilip kakılması ve bir araba hakaret işitmesiydi. O gün, hiç olmazsa oğullarının bu acımasız iklimde büyümemesi gerektiğini düşünmüştü. Dönemin şartlarının anlamak açısından bir örnek daha vermek gerekirse; Öyle bir Amerika düşünün ki, Bill Russell olimpiyat altın madalyası ile dönüp, müstakbel eşi Rose’u memleketi Louisiana’ya götürdüğünde, kendilerine servis yapacak lokanta bulamamışlar ve bir kaldırım kenarına çöküp, krakerle karınlarını doyurmak zorunda kalmışlardı. Yani o dönem; yeteneğin, çalışkanlığın, iş ahlakının, bilginin, hatta şampiyonlukların bile değeri yoktu. Doğru düzgün bir masaya oturmanızın ön kabulü sadece ten rengiydi.
Tekrar yolun başına dönelim. BillRussel, kitaplara tutkuyla bağlı, kendi halinde bir çocuktu. Oakland Kütüphanesi üye kartı, onun en değerli eşyalarından biriydi ve bir gün sert bir aydınlanma yaşadı. Amerikan Devrimi üzerine okuduğu bir kitapta şöyle bir paragrafa denk gelmişti: “Yaşadıkları tüm zorluklara rağmen Amerika’daki köleler, yabanıl Afrika’daki hayatlarından çok daha yüksek standartlarda, daha iyi bir yaşama sahiptiler.” Russell, 1979’da yazdığı otobiyografisinde, kütüphanedeki o günü öfkeyle anmıştı: “Ayağa kalkıp çıkmam gerekti. Akabinde haftalarca aklım karmakarışıktı. O cümle beni sarsmıştı. Açıkça insanın evinde özgür olmasındansa başka bir ülkede köle haline gelmesinin övgüsü yapılmıştı. Bir tarih kitabına bu ifadeyi koyabilecek cüret beni sarsmıştı. Abimle birlikte hep tarih kitaplarına saygı duymuştuk. Tarih, neyin doğru olduğunu söyleyen hakemdi bizim için. Fakat şimdi bir eser; varlığıma, köklerime hakaret ediyordu.”
Bölüm 3 : Irksal Entegrasyon
Bill Russell’ın, Amerika Birleşik Devletleri’nde ırksal eşitsizliğe karşı savaşan ve bu konuda öncü rol oynayan bir sporcu, savunucu ve sosyal aktivist olduğunu defalarca söyledik. Russell, kariyeri ve hayatı boyunca insan hakları için, eşitlik için çabalamış, ırkçılıkla mücadele etmek için çeşitli yolları kullanmış ve birçok farklı eylemde bulunmuştur. Onlara örnek verelim:
1950’ler ve 1960’lar, Amerika Birleşik Devletleri’nde ırk ayrımı dönemiydi ve Russell, bu dönemde siyahi bir basketbolcu olarak birçok engelle karşılaşmıştı. Russell, sık sık ırkçı hakaretlere maruz kalmış, ırk ayrımı yasalarına tabi tutulmuş ve bazen de güvenlik nedeniyle otellere alınmamıştı. Bu zorluklar, Russell’ın Amerika Birleşik Devletleri’nde ırk ayrımı ve eşitsizlikle mücadele etme konusunda aktif bir role sahip olmasını sağlamıştır.
Russell, kendi spor etkinliklerinde ırk ayrımını reddeden ve siyah sporcuların eşit haklara sahip olması için mücadele eden bir figür haline gelmiştir. 1963’te, Russell, büyük bir spor etkinliği olan NBA All-Star Maçı’nın düzenlendiği şehirdeki otelde, diğer siyah oyuncularla birlikte, otel sahibinin ırkçı
politikalarına karşı bir protesto yürütmüştür. Bu eylem, NBA’de ırk ayrımına karşı mücadelede bir dönüm noktası olmuştur. Böylece Russell, 1960’ların başından itibaren siyahi hakları hareketinin önde gelen isimlerinden biri olmuş ve Martin Luther King ile birlikte çalışmıştır. Russell, eşit haklar ve adalet için sık sık konuşmalar yapmış, protestolara katılmış ve her alanda mücadele etmiştir.
Russell, 1963’te Washington’daki “Büyük Yürüyüş”te de yer almış ve Martin Luther King ile birlikte sahneye çıkmıştır. Bu yürüyüş, ırk ayrımına karşı mücadelede büyük bir etki yaratmıştır.
Ayrıca, 1964 yılında, Olimpiyat Oyunları’nda siyah Amerikalı atletlerin siyah güç hareketi ile verdiği siyah eldivenli protesto eylemine destek vermiştir.
Muhammed Ali askere gitmeyi reddettiğinde onun protestosunda yanında durmuş ve Cleveland’da Ali’yi desteklemek için toplanan kalabalığa katılmıştır.
Ayrıca bir efsane için ilk siyahi koç olma onuru da elbette Russel’ın olmuştur.Russell, kariyeri boyunca yaşadığı 11 şampiyonluğun 2’sini oyuncu-koç olarak elde etmiştir.
1969 yılında emekli olan Russell, üç sene sonra efsanevi 6 numaralı forması emekli edilirken Boston taraftarının önüne çıkmayı reddetmiştir. Emeklilik seremonisi taraftarlar ve basın olmadan, takım arkadaşları ve kulüp mensupları eşliğinde gerçekleşmiş ve taraftarların katıldığı seremoni içinse tam 27 yıl beklenmesi gerekmiştir.
Bu bireysel duruşun yanı sıraRussell, 1975 yılında Şöhretler Müzesi’ne seçilmiş ancak yüzüğünü kabul etmemiştir. Bu durum hakkında: “1975 yılında Hall Of Fame’e giren ilk siyahi oyuncu olmayı reddettim, benden önce gelenlerin bunu benden önce hak ettiğini düşündüm.” demiştir. 1950 yılında NBA draftı’nda seçilen ilk Afro-Amerikalı oyuncu olan Chuck Cooper’ın Şöhretler Müzesi’ne kabulünün ardından Russel, yüzüğünü 2019 yılında kabul etmiştir.
Russell, insan hakları ve eşitlik konusunda yaptığı mücadeleler nedeniyle 2011 yılında Başkan Barack Obama tarafından,“Başkanlık Özgürlük Madalyası”na layık görülmüştür. Bu ödül, Amerika Birleşik Devletleri’nin en yüksek sivil ödülüdür ve Russell, siyah sporcuların haklarını savunmak ve ırk ayrımı ile mücadele etmek için yaptığı çalışmalar nedeniyle bu ödüle layık görülmüştür.
Russell, basketbol kariyeri sonrasında da, ırk ayrımı ve sosyal adalet konularında çalışmalarına devam etmiştir. Günümüzde hala, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki spor dünyasında ırk ayrımı ve eşitsizliği önlemek için çalışan birçok sporcu, Russell’ın mücadelesinin bir devamı olarak görülmektedir.
Bölüm 4 : Russell'in Vedası
Geçtiğimiz aylarda Bill Russel hayata veda etti. Ama o hayatı boyunca hayal kurmuştu. Ailesini, akrabalarını, Afrika köklerini düşlemişti. Tarih artık onun için kitaplardan ibaret değildi. O, Celtics efsanesi olarak oradaydı, Martin Luther King meşhur hayalini anlatırken oradaydı, Vietnam Savaşı’na gitmeyi, asker olmayı reddeden Muhammed Ali’ye destek için toplanan kalabalıkta, yine oradaydı. Tehdit edilmiş, evi soyulmuş, dışlanmış, hakaretlere maruz kalmış, NBA’in zirvesine çıkmış ama yine ikinci sınıf insan muamelesi görmüştü. Restoranlara alınmamış, otellerden çıkarılmış, medyanın ve seyircinin tepkilerini almış, polisler tarafından nedensizce kenarda çekilmişti. Ancak O, Afrika’yı dolaşmış, Şili’deki ABD dış politikasına karşı çıkmış, tüm engellemelere ve tepkilere karşı mücadele etmiş, susturulamamıştı. Şöhretler Müzesi’ne seçildiğinde törene katılmamış, Amerikan hayatının her zerresine sinen kurumsal ırkçılığa karşı çıkmıştı.
Russel, her şeye rağmen hayal etmişti. O, kafasının içini bir kurgu odasına çevirmiş, maçı herkesten önce aklında oynamış ve orada yeni bir basketbol, yeni bir dünya düşlemişti. Başka türlü savunma yapılabilirdi, sayı atmadan da takım lideri olabilirdi, basketbol sadece dikey oynanmayabilirdi, siyahlar ve beyazlar eşit olabilirdi, aynı hayatı paylaşabilirdi, aynı okullarda, aynı restoranlarda bulunabilirdi, kısacası yeni bir hayat mümkündü. Ve Bill Russel, artık göçüp gitti ama sahip olduğu düşünceler kendi yaşamını da basketbolu da farklı bir yere götürdü.